14 Ekim 2009 Çarşamba

ya no puedo mas!

2 buçuk yıl önceydi, eski sevgilimin evinde oturmuş, her zamanki gibi sıkılıyorduk. paylaşacak pek bir şeyimiz yoktu zira; mümkün olduğumuz kadar bizi sessiz kılacak aktivitelerle uğraşıyorduk. beraber kitap okumak, sessizce bir kafede oturmak, film seyretmek gibi...
neyse canım hikayenin önemli olan kısmı bu değil tabii ki. şimdi yüzünü bile görmediğim biriyle ilgili hikayeler anlatacağım sanılıyorsa, bu çok yanlış bir düşünce.

kocaman kocaman sıkılmaların ve ayrıklığın arasında televizyonu açtık. nasıl olsa hem sessizliğimizi devam ettirecek hem de kendi kendimizi oyalayacak bir şeyler bulabilirdik. nitekim bulduk da.

ben o zamanlar çok sosyal bir gençtim. aynı anda hem okula gidip, hem bir gazete için gönüllü çalışıp, hem çocuklarla dans edip hem de ispanyolca öğreniyordum. bunların arasında en önceliklisi hangisiydi şu an tam kestiremiyorum. zira bazen röportajları yetiştirmeye çalışırken ispanyolca ödevlerimi yapıyordum. üniversitede ise hazırlık yılımdı. 3 dilli bir denklemin, 8 bilinmeyeninden birini seçip çözmeye yeltenip daha da kördüğüm haline getirirdim. gençlik işte, insan kendini yunan tanrılarından biri zannediyor; hiç yorulmazmış, hiç bunalmazmış, her şeye gücü yetermiş gibi... heyhat!

çok kanallı televizyonumuzun abuk subuk kanallarından birinde adını bile bilmediğimiz bir film başlamak üzereydi. ne oyuncuları tanıyorduk ne de yönetmeni. sessizce izlemeye başladık. amacımıza yeterince uygundu.

zaman içince yunan tanrılığı yerini insan olma çabasına bıraktı. her gün yeni bir ilişki sorgulaması, yeni bir ahlak çerçevesi yaratma endişesi de cabası. teker teker yaptığım işlerden vazgeçiyordum. önce kayıt cihazından ve sayfalar tutan word dosyalarından ayrıldım. sonra bölüme geçtim. artık okumak için yeterince hazırdım. hele de sosyoloji okuyorsa insan, tanrılıktan insan olma çabasına geçiş epey depresif oluyor. ispanyolcayla ilişkimi, kübalı eniştemle salsa yapmaya indirgedim. son olarak da çocuklardan vazgeçince, yeterince kendi kendine kalmış buldum ruhumu. zamanla bu da acı vermeye başladı ama idare ediyorum işte.

film oldukça neşeliydi. sessizliğimizi benim kahkahalarım bozdu çoğu zaman. sanırım düşlediğim şeyleri orada, abuk subuk bir kanalda yayımlanan, komik bir gençlik filminde bulmuştum. uydudan yansıyan ışınların tezahürünü bir süre tam olarak açıklayamadım. birkaç kez denedim ama beceremedim. bu yüzden ben bile zaman zaman o hissiyatı unuttuğumu düşündüm. unutmamıştım halbuki, sadece zihnimin bir köşesine gömmüştüm.

şu hayatta en can sıkıcı şey acıların birbirini taklit etmesidir. süpermarket raflarında yan yana dizilmiş, farklı markalarda ama aynı tadı veren konserveler gibiydi her şey. insanı, hayalgücünden yoksun bırakıp, bu kadar kötü teşbihler yapmasına neden oluyorlardı sadece. ben de alışık olduğum ne varsa hepsini terk ettim. şimdi kullandığım havlu başka kokuyor, yediğim ıspanak başka bir tad veriyor, okuduğum kitap başka bir dilde yazılmış, pencerem bambaşka bir sokağa bakıyor. bütün bildiklerimi orada bıraktım. bir parça ahlak biraz anı getirdim yanımda. yine de çok değiller...

2 gün önce sarı pankartımla parkta otururken birden o film aklıma geldi. birbirinden çok farklı yaklaşık on kişi, aynı şarkıyı söylüyordu. içlerinden biri gitar çalıyordu, diğerleri ise ellerindeki tuhaf aletlerle ritme ayak uydurmaya çalışıyordu. işte tam o anda farkettim ki eski sevgilimin evindeki kanepede oturmuş o filmi izlerken aslında 2,5 yıl sonraki halimi izliyormuşum.

ihtimaller dahilinde bir biliminsanı bunu mantıklı bir argümana dayandırabilir, yeni bir teori geliştirebilir ya da en kestirme yoldan delirdiğimi bile söyleyebilir ki buna da hiç gücenmem.

artık hayatımı iki rüya arasındaki zaman dilimi olarak tanımlıyorum. hep birinden birine ulaşma çabasındayım, yani hep yollardayım.