28 Ekim 2009 Çarşamba

eres!


bence sen uzaylısın
yok bu gezegenden değil bin ışık yılı uzaktasın.

15 Ekim 2009 Perşembe

tarçın kolye



sadece hatırlamaya çalışıyorum. hayır sana dair hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.
üzerinde ne vardı, nasıl kokuyordun nasıl bakıyordun hangi kelimeleri seçiyordun dokunuyor muydun bana yoksa sadece duruyor muyduk yan yana...
bu gece ben hep seni düşüneceğim,
bu gece ben hep seni düşleyeceğim...
nitekim elimden başka bir şey de gelmiyor.
bir de tarçın kolyem var hiç yanımdan ayırmadığım; kokusunu benden başka kimse alamıyor. bana senden başka kimse "sevgili" gibi kokmuyor.

***

seni çok özledim dedim ya, yalan söyledim aslında. çünkü simit yemeyi de özledim mesela, vapura binmeyi de özledim, denize bakmayı özledim, dostlarla gülmeyi özledim, yatağımda uyumayı da özledim.
ben seni özlemedim. bu kadar "normal" değil çünkü ruhumu tartaklayan duygu. sana olan yoksunluğumu her farkedişimde daha da şiddetleniyor. şımarıklaşıyorum, şirretleşiyorum, kibirleniyorum. ulaşamadığım her an daha çirkef sözler sarfediyorum. hayata saldırıyorum, hayatıma kastediyorum.
yok ama bu da kâr etmiyor, yine susup beklemeye başlıyorum.

***

burada zaman sonbahar. dünya(m)nın en yalnız olduğu mevsim. üşümemek içten değil. yakında yağmurlar başlar, hiç bitmeyecek gibi gelir. belki bir iki kar atıştırır. daha da soğutur nefesimizi. sonra yine yağmurlar. güneşin habercisi gökyüzü. sonra hep sıcak.

***

öyle bir an gelmiş çakılların üzerine yatmışız sereserpe, sen kafka okuyorsun. ben börtü böcek kovalıyorum. "gregor samsa'yı öldürdüm hocam" diyorum, sen benim espri anlayışıma hayran kalıyorsun. sonra yine bikinim açıldı açılacak tartışması. "azıcık sarılayım nazom" isteğine " öfff çok sıcak az öteye git" diye iki nalet mimikle tepki veriyorum. bunların hepsi oluyor, sonra klimanın altında uyuyakalıyoruz.

***

ben seni özlemedim. hayır hiç özlemedim.

14 Ekim 2009 Çarşamba

ya no puedo mas!

2 buçuk yıl önceydi, eski sevgilimin evinde oturmuş, her zamanki gibi sıkılıyorduk. paylaşacak pek bir şeyimiz yoktu zira; mümkün olduğumuz kadar bizi sessiz kılacak aktivitelerle uğraşıyorduk. beraber kitap okumak, sessizce bir kafede oturmak, film seyretmek gibi...
neyse canım hikayenin önemli olan kısmı bu değil tabii ki. şimdi yüzünü bile görmediğim biriyle ilgili hikayeler anlatacağım sanılıyorsa, bu çok yanlış bir düşünce.

kocaman kocaman sıkılmaların ve ayrıklığın arasında televizyonu açtık. nasıl olsa hem sessizliğimizi devam ettirecek hem de kendi kendimizi oyalayacak bir şeyler bulabilirdik. nitekim bulduk da.

ben o zamanlar çok sosyal bir gençtim. aynı anda hem okula gidip, hem bir gazete için gönüllü çalışıp, hem çocuklarla dans edip hem de ispanyolca öğreniyordum. bunların arasında en önceliklisi hangisiydi şu an tam kestiremiyorum. zira bazen röportajları yetiştirmeye çalışırken ispanyolca ödevlerimi yapıyordum. üniversitede ise hazırlık yılımdı. 3 dilli bir denklemin, 8 bilinmeyeninden birini seçip çözmeye yeltenip daha da kördüğüm haline getirirdim. gençlik işte, insan kendini yunan tanrılarından biri zannediyor; hiç yorulmazmış, hiç bunalmazmış, her şeye gücü yetermiş gibi... heyhat!

çok kanallı televizyonumuzun abuk subuk kanallarından birinde adını bile bilmediğimiz bir film başlamak üzereydi. ne oyuncuları tanıyorduk ne de yönetmeni. sessizce izlemeye başladık. amacımıza yeterince uygundu.

zaman içince yunan tanrılığı yerini insan olma çabasına bıraktı. her gün yeni bir ilişki sorgulaması, yeni bir ahlak çerçevesi yaratma endişesi de cabası. teker teker yaptığım işlerden vazgeçiyordum. önce kayıt cihazından ve sayfalar tutan word dosyalarından ayrıldım. sonra bölüme geçtim. artık okumak için yeterince hazırdım. hele de sosyoloji okuyorsa insan, tanrılıktan insan olma çabasına geçiş epey depresif oluyor. ispanyolcayla ilişkimi, kübalı eniştemle salsa yapmaya indirgedim. son olarak da çocuklardan vazgeçince, yeterince kendi kendine kalmış buldum ruhumu. zamanla bu da acı vermeye başladı ama idare ediyorum işte.

film oldukça neşeliydi. sessizliğimizi benim kahkahalarım bozdu çoğu zaman. sanırım düşlediğim şeyleri orada, abuk subuk bir kanalda yayımlanan, komik bir gençlik filminde bulmuştum. uydudan yansıyan ışınların tezahürünü bir süre tam olarak açıklayamadım. birkaç kez denedim ama beceremedim. bu yüzden ben bile zaman zaman o hissiyatı unuttuğumu düşündüm. unutmamıştım halbuki, sadece zihnimin bir köşesine gömmüştüm.

şu hayatta en can sıkıcı şey acıların birbirini taklit etmesidir. süpermarket raflarında yan yana dizilmiş, farklı markalarda ama aynı tadı veren konserveler gibiydi her şey. insanı, hayalgücünden yoksun bırakıp, bu kadar kötü teşbihler yapmasına neden oluyorlardı sadece. ben de alışık olduğum ne varsa hepsini terk ettim. şimdi kullandığım havlu başka kokuyor, yediğim ıspanak başka bir tad veriyor, okuduğum kitap başka bir dilde yazılmış, pencerem bambaşka bir sokağa bakıyor. bütün bildiklerimi orada bıraktım. bir parça ahlak biraz anı getirdim yanımda. yine de çok değiller...

2 gün önce sarı pankartımla parkta otururken birden o film aklıma geldi. birbirinden çok farklı yaklaşık on kişi, aynı şarkıyı söylüyordu. içlerinden biri gitar çalıyordu, diğerleri ise ellerindeki tuhaf aletlerle ritme ayak uydurmaya çalışıyordu. işte tam o anda farkettim ki eski sevgilimin evindeki kanepede oturmuş o filmi izlerken aslında 2,5 yıl sonraki halimi izliyormuşum.

ihtimaller dahilinde bir biliminsanı bunu mantıklı bir argümana dayandırabilir, yeni bir teori geliştirebilir ya da en kestirme yoldan delirdiğimi bile söyleyebilir ki buna da hiç gücenmem.

artık hayatımı iki rüya arasındaki zaman dilimi olarak tanımlıyorum. hep birinden birine ulaşma çabasındayım, yani hep yollardayım.

11 Ekim 2009 Pazar

i hate mad.

dün gece bir bardan yakapaça dışarı atıldık. üzüldük mü, sanmam. biraz kırıldım sadece parasızız diye itişmemiz gerek yoktu.
ama bu bize başka bir yaratıcılık kattı. madrid halkı yakında bizimle pek haşır neşir olacak.

i hate mad.

10 Ekim 2009 Cumartesi

yine bir cehennem var yastığımda.

   Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.

9 Ekim 2009 Cuma

la gran bleu

we are in the deepest blue. gettin dark and dark. sometimes i can see some flashes on your eyes. suddenly they are revealed then they dissapear. i cannot measure your temperature.

mavi bir ışık yanıp sönüyor başucumuzda. konuşurken hiç duymadığım sözcükleri seçiyorsun. literatürümü zorluyorum. olmuyor. anlayamıyorum. mavi öpücük izleri her yanım. saçlarım ıpıslak. ter içindeyiz, sanki bir ipin iki ucundan çekiştirir gibi. eziyet gibi geliyor o an. ulaşamadık hala en derinimize.

- you turned me on. it's been days and days that i had not see myself on someone else's face.

***

uzun zamandır düşünüyorum, resim yapmalıyım. bak ne çizeceğimi tasarladım bile:
şuraya, havuzun içine, iki fıskıyenin ortasına bir masa iki sandalye yerleştireceğim. masada oturmuş kart oynayan iki adam olacak. ben de tam burada duracağım, şimdi durduğumuz noktada. ışık buradan çok iyi geliyor.

***

one night i fell asleep; it was all blue.

kutuplara yerleşeceğim, ayılar güzeldir.

- yıllardır burada seni bekliyorum
- biliyorum bitanem biraz geciktim kusura bakma
- olsun en sonunda beklediğime değdi, geldin ya!
- üşüyorum sanki...
- ben seni ısıtırım...

***

artık kendimi sana teslim ediyorum. daha fazla mücadele etmeyeceğim.

***

- sigara?
- kullanmıyorum.

everyone says i love you


gelsin filmimi çeksin artık, aynı senaryoyu yedinci kez oynuyorum. bir sekizincisini yürek kaldırmaz.
kalktım madrid'e geldim, yeni hikayeler yazmak için ama maalesef olmuyor. çakma karakterlerle çakma aşk öyküleri peşimsıra kovalıyorlar.
olan hayalgücüme oluyor, elin dreamerına karşı küçük düşüyorum sonra.

woody allen, buradan sana sesleniyorum:
keşfet beni, keşfet! ne malzemelerim var inan sen bile şaşıracaksın!

6 Ekim 2009 Salı

istanbul dostlarına mektup

“Ne çok şey eskidi diyorsun
Benim küçük intiharlarım

Kimseler yoktu Tarot kahvesinde
Birileri teneke çalıyordu dışarda
Artık çıkış kimseyi ilgilendirmediğinde
Yaprakların dilini konuşmak gölgelerin
Yeni bir dünya yok
Yeni bir dil olmadan.

Söyleyemediklerim yaralıyor en çok
Aradığım ne varsa bulamıyorum

Kim bana bir iris bıraktı terk ederken beni?

Uzaklarda deniz-kızları ölüyor
Bir kadının görebileceği bütün düşler
Amazonya, yüreğim…

Tekrarlanan bir dil/tekrarlanan bir dünya
Deka-dans-ia

Bir ikonun, bir personanın etrafında döndü herşey
Ne çok kişi bıçaklayıp durdu kendini
Gecelerden bir gece Manresa’da olmak
Mutlak değerlerin çekiminde adım atmak
Mermer yüzlerle
Demode zevklere doğru
Unutmak deka-dansı unutmak.

Ama bu gece Manresa yok
Brüksel’e yağmur yağıyor

Ve bütün kentlerde bir ve tek korku var.

Ne çok şey eskidi diyorsun
Değişen bir şey yok oysa

Korkunç akşamüstüler hatırlıyorum
Bitimsiz bir iç sıkıntısıyla
Küçük bir odada birlikteydik
Birileri Krilov’du
Birileri Nastasya Filipovna
Birileri ormanda keman çaldı tek başına
Herkes kendi Marienbad’ını yaşadı
Hortlak yaşamların gölgesine doğru
Ölmedi onlar
Başka bir biçimde aynı şeyleri yaşıyorlar.

Küçük bir odada birlikteydik
Odalar büyüdükçe birlikte olunamıyor...”

lale müldür.

4 Ekim 2009 Pazar

drunk.


me gusta marijuana,
me gustas tu.
que hora son mi corazon?

2 Ekim 2009 Cuma

teklik.

kendini kandırmak.
halbuki birkaç saat önce oğluma sana aşık olduğumu anlatıyordum.
aşağıdaki fahişe yüzüme bakıp gülümsedi. homeros burada olsaydı da hikayelerinde benden de bahsetseydi. marakeşli torbacılar, ispanyol hippiler, güney amerikalı fahişeler...
cuando fumo um pocito, yo puedo ver el conejo blanco.
artık hiçbir şey eskisi kadar fantastik gelmiyor.

sanırım gerçekliğimi yitirmek üzreyim. günbegün akıl sağlığımı korumak daha zorlaşıyor. kendi kendime burası gerçek değil diye tekrarlıyorum. sonra sangria yapıyoruz bir küp, iki haşhiş ateşliyoruz. hiç bu tip endişelerimiz kalmıyor.

sanırım ardımda bıraktıklarım arasında netlikle seçebildiğim tek imajsın. sen de gidersen miyop gözlerim artık geçmişi görmez olur. yine de gitme diye yalvarmam. muğla'daki eve gömerim "biz"i. arada bir de sardunyalar ekerim üstüne. belki cesedimizden bir hayat doğururuz diye...
o da olmazsa susarım büsbütün.

sonra derin bir omm palacio real'e karşı; denizsiz şehirlerde günbatımı tutkusu. sen orada bozkırın ortasında, ben burada ateşin ortasında.

unutur muyuz dersin erciyes'in soğuğunu?

mad-riding por la noche

unutmamamız gerekenlerden biri.
almost high
almost arrested
almost drunk
almost lesbians
almost cocaine

ev yine, benj ve ispanyolca konuşma çabası. bir kolombiyalı iki fransız ben ve my annoying sister. nereye kadar demek istiyorum.
"so you've changed everything right?"
"i'm not gonna talk to you again!"
"you're a cinyus man"

1 Ekim 2009 Perşembe

penelope


yıllardır aynı kefeni eğirip dururum.
oğluyla sevişip, babasını bekliyorum.