22 Şubat 2009 Pazar

yolların başlangıcı

ülkenin tam ortasındalar şimdi. o, nazlıcana bakıyor, nazlıcan ona. ne gece denir bu zaman dilimine ne de sabah. arada bir yerdeler. nazlıcan bir karar vermek zorunda.
ortadoğu çok uzak, dönüşü olmaz diye aklından geçiriyor nazlıcan. saf tütün, kaçak çay, baharat kokusu... başka bir zamana, başka bir yolun başlangıcına erteleniyor.
başkent fikri ise can sıkıcı. ikisinin de yüzü bulutlanıyor. kişisel tarih yine karşılarında dimdik duruyor. acımasız, mağrur, talepkâr. hayır, henüz değil, bu hesaplaşma şimdi değil.
bozkır yanlarında uzanıyor. sanki hep oradalar, önlerinde onları bambaşka geleceklere taşıyacak yolların ayrımında. sonsuz bir sakinlik.

***
sanki onca mesafeyi bu zamanı paylaşmak için gelmişiz. sanki biz herkesten gizli geceyarıları buluşup, bir yol ayrımına varıyoruz. her zamanki ritüelimiz içinde "nereye gidelim nazlıcan?" diyorsun. bense sadece şarkı söylüyorum.
sesim boğuk boğuk, gözlerim birer çizgi, başımda oyalı yemenim, ağzımda tükenmekte olan sigaram. kimliksizim. senin yanında, kendimi var etmek için bilindik kavramlara ihtiyaç duymuyorum. nefes almak yeter. şarkı söylemek yeter. yanyana olmak yeter.
"bir doğa parçasının altını çiziyoruz" farkında olmadan. ben, yani nazlıcan, devamlı sigara yakıyorum, ne yapacağımı bilmediğim her an yaptığım gibi.

***
aslında "başka türlü bir şey" ikisinin de istediği. nazlıcan mırıldanırken, o da bunu düşünüyor. bir arabaya hapis sonu belli yolları tüketmek değil içlerinden gelen. gitmek olsun da, yaşadıkları ait oldukları/sahip oldukları yerlerden uzağa gitmek olsun da... o ve nazlıcan bir gitmeyi paylaşıyorlardı. kaybolmak, kaybolmayı istemek, tercih etmek, birbirlerine çaktırmadan hafiften keyiflenmek, rol icabı endişelenmek. hepsi bu gitmeye dahildi. paketin içinde bu da vardı.
güzel atlar diyarına doğru kızıl güneş peşlerine takılmıştı. solda karlar içinde tüm heybetiyle erciyes, ileride -ha yıkıldı ha yıkılacak- perilerin ayakta tuttuğu bacalar, solda uzanan bitimi olmayan bozkır. nazlıcan, yanındakine gülümsedi, bir sigara yaktı. bir nefes de ona verdi.

ilk cümleyi kim sarfedecekti? o an yaşanıyor muydu yoksa gözlerini tavana dikmiş ve sonrasında uyuya mı kalmıştı? belki de uykusunda oluyordu bütün bunlar, kaç gündür uyumuyordu, neden olmasındı? bir yandan bilinç akışı tekniğiyle çözüme uğraşmaya çalışırken, fonda çalan agire jiyana eşlik ediyordu. başı beladaydı. bu halet-i ruhiye başının belasıydı. ara ara onun ardından görünen erciyese bakıyordu. erciyes. bulutlar içinde. kızıl bulutlar, kırmızı bulutlar, turuncu bulutlar, pembe bulutlar. erciyes-erci-er...

***
ben, nazlıcan, güzel bir şey gördüğümde ortalığı telaşa veririm. yapacak bir şey yok. panik atak denemez belki ama zaman şu ruha neler getirir bilinmez. en nihayetinde genetik yatkınlık diye not düşecekler raporlarıma. nitekim bütün bunları bilinçdışımın gerilerine öteleyip çığlık çığlığa bağırıyorum arabanın içinde. "sağaaaa çeeeeeeeeeeeeeekkkk". sanırsınız ki o erciyes, soğumuş donmuş karlar içerisindeki erciyes yeniden faaliyete geçmiş. üstümüze lavlarını, alevlerini püskürtüyor. sen paniğe kapıldın tabii. polis? gbt? gözaltı? birini mi ezdik? kediyi mi çiğnedik? erciyes mi patladı?
güneş dedim ben, nazlıcan. sen ancak o zaman nefes alabildin.

***
ülkenin ortasındalar şimdi. bozkırın ortasında. coğrafya derslerinde gördüklerini şimdi canlarında hissediyorlar. kışları kurak ve soğuk. nazlıcan titriyor. ama inat bu kadın, ille de görecek güneşin yükselişini erciyesin tepelerinden. "çıtım çıkarsa namerdim" diye geçiriyor aklından. o, yanında öylece duruyor. güneşe tutulmuş, gülümsüyor, sigarasından bir nefes çekiyor, gövdesi ayaza siper. nazlıcan, onun aklındakileri tahmin etmeye çalışıyor. hemen bir beyaz bayrak görünüyor elinde. zaman, yorulmak zamanı değil, durup dinlenmek gerek.
ikisinin de göremediği bir el gizlice zihinlerine çiziyor manzarayı. biraz soğuğu ekliyor, biraz bulutu. aynısı olmasa da benzetmeye çalışıyor işte. sorsalar anlatacakları hep aynı, kızıldı buluttu soğuktu.

***
yavaştan da bir uyku bastırdı. fakat ben şunu biliyorum ki insanlar donmadan önce uykuya dalarlarmış. uyuyarak ölmek, ne kadar huzur verici. ölüyor muyum acaba? yok ama ölsem fark eder herhalde.
suphi üşüyordur şimdi, bedirhan da uyuyordur mis gibi yorganına sarılmış. sahi ya biz napıyoruz burada?

her şeyin en başında.

dışarıda hava epey soğuk. gece ilerlemekle ilermemek arasında bir yerde asılı kalmış. sanki her şey orada bitse ve bütün galakside artık hep aynı zaman yaşansa. tekrar tekrar, yenilenmeden, sakin bir aynılık içinde.
üç kişiyiz. bu sefer ben, nazlıcan anlatacak hikayeyi. biz üç kişiyiz, aslında dört kişiyiz. suphi çok sarhoş. hikayenin orijinalinden farklı olarak ayağındaki çiçekli parmakarası terliklere tuhaf otelin tuhaf koridorlarında dolanıyor. doğru kapı numarasını bulmaya çalışıyor. 301, 302, 307, 318. önünde durduğu kapı, bir sonraki gece de çalacağı kapı,ve daha sonra ve şehrine döndüğünde de...

***
biz şimdi üç kişiyiz. yatacak iki tane yatağımız var. ben ortada yatmam diye tutturdum. yatmam ama, post-modern nazlıcanım ben, arzularım taleplerim var en nihayetinde. bedirhan aldırmadı duruma, üstüne yorganı çekti. biraz sonra soluğunun ritmi bütün odayı dolduracaktı. ortaya ben yatamazdım, nazlıcan kurallarım vardı. geriye bir tek sen kalmıştın.
itiraz etmedin buna. sessizce kıvrıldın yatağa. ben de yanına kıvrıldım. iyi gecelerin olsundu, iyi gecelerimiz olsundu beraber. en son cümlem buydu dün uykuya dalmadan önce. gözlerini kapadın. sırtımı döndüm sana. ve uyku, en güzel haliyle çağırmıştı seni. nefesin duyulmuyordu pek, ikimiz de bedirhanı dinliyorduk gizliden. kendi etrafımda döndüm birkaç tur. duvar, su bardağı, kalorifer peteği, tavan, yorgan, sen, yastık, duvar, su bardağı, kalorifer peteği...
sıra sana geldiğinde sabitlendi gözlerim. öylece bakıyordum. alkol, yeryüzünün en ayaz yerinde uyumaya çalışan üç bedeni ısıtmaya çabalıyordu. yorgana müdana etmememiz bundandı. şarap, en karakterli içkiydi. bordoydu, sıcaktı, mayhoştu, davetkârdı. uzanıp bir yudum su aldım. yeniden yüzümü sana döndüm, gözlerini açtın, gözlerine baktım.
karanlık. artık o kadar karanlık değildi. uykusuzluk, uyuyamamak, kafamda dönenler. beynimdeki sinir hücrelerinin arasından geçen elektriği hissedebiliyorum. pıt pıt pıt pıt pıt... akım giderek hızlanıyor. pıt; "Merhaba", pıt; "Şarap alsak ya", pıt; "Al senin olsun", pıt; "Tamam ben ortada yatarım".

***
gözlerim dahil, yüzüm kalp atışlarım beynim dahil, dudaklarım mimiklerim nefesim dahil, bana ait hiçbir şeyimi kontrol edemiyordum. halbuki, söz vermiştim kendime. kadın olmanın gerekliliklerini yerine getirecektim. oysa ben yine insan olmayı tercih etmiştim.

***
gülümseme. gülümse-me! gülümseme, çünkü ben kendi kendimi boğmaya çalışırken karşıma çıkıp bana dünyayı hissettirme.
gülümseme çünkü vazgeçmeyi en akılcı çözüm olarak kabul etmişken, umut etmem gerektiğini hatırlatma bana.
-bütün umutları tüketmeye çalışıyorum ben. bütün hayalleri, bütün sevinçleri, bütün manzaraları.
gülümseme. hele öyle içten, sahtelikten uzak, hele bu kadar canıma eklemlenirken yüzün.
gülümseme.

***
bedirhan uyuyor. suphi kayıp. nazlıcan ve sen sessizliğin içinde kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı, kimsenin tahmin edemeyeceği bir yanyanalık yaratıyorsunuz.
belki de tutup sıfırdan başlıyorsunuz.