19 Aralık 2009 Cumartesi
bugün-today-hoy
dün gece uykuya dalmadan önce çift kişilik yatakta tekbaşına uyuyacak olmak ruhumda biraz burukluk yaratsa da uyandığımda burukluktan eser kalmamıştı. sanırım bu halime pek hızlı alıştım. "koyveripgitmişlik" adını verdiğim bu aura zaman zaman saçmaladığımı hissettirse de bir yandan epey de mutlu kılıyor bünyemi.
dil problemim de giderek komik bir hal almaya başladı. bir cümle içinde art arda üç farklı dilden kelime söylesem bile insanlar beni anlayabiliyor. ya da havadaki uyuşturucu madde oranı oldukça yüksek olduğundan artık ne desem onaylayacak insanlarla iletişim kuruyorum. şikayetçi miyim diye sorayım yine kendi kendime, yok pek değil. aslında biraz hile yapıyorum. ingiliz çocukla ispanyolca konuşup onu yeniyorum; italyan ingilizce konuşup onu da hacemat ettikten sonra egomda şahane bir tatminiyet duygusu oluşuyor.
aman bu dünyanın keyfi başka türlü çıkmaz, ki ben hala tanrı olduğumu iddia ediyorum.
5 Aralık 2009 Cumartesi
bir 6 aralık hatırası...
bilmem ki... cevap verebilsem herhalde şu an yanında olurdum. aklımın bi kısmını yitirmiş olmazdım.bu kadar kolay s*kip atamazdım hayatı. herhalde diyorum yine de emin değilim. yani belki de budur bizim normalimiz.
seni çok özledim. elini tutsam, "ulan ne kadar küçük ellerin var" desem, yürüsek yollar boyu, bi kave içimliğine kapını çalsam. hep yanında olduğumu hissettirebilsem daha fazla, daha içerden ve daha uzun yıllarca...
seni çok özledim yani uzun lafın kısası. ama bunu böyle dillendirmek pek bi can yakınca ben de buraya yazıverdim.
bir karanfil yağacak ve büyülenecek yine dünyamız, hem de öyle çok uzak bir zamanda değil hemen yanıbaşımızda olacak bunlar.
her şey çok güzel olacak, bir kere daha güven bana!
4 Aralık 2009 Cuma
madrid vs barcelona
tio, vamos a la playa manana :)
1 Aralık 2009 Salı
28 Kasım 2009 Cumartesi
to my dreamer
ve sonunda başardık. binlercedeneysel çalışmadan sonra, istediğimiz anı yakaladık. bir de sarıldık mı birbirimize sıkı sıkı, bizden iyisi yok.
hâlâ madrid'deki en iyi arkadaşımsın.
keşke "canım" dediğimde anlayabilsen ne demek istediğimi, zaman zaman kaybolduğumuz dillerin arasında parmağını uzatıp "ay" dediğinde aslında halloluyor her şey.
yarın görüşürüz, sonra yine bi' parkta otururuz sessizce ya da woody allen için dua ederiz harakrishna'ya...
bunların hepsini yapabiliriz. bir cumartesi akşamı ya da henüz ismini koyamadığımız bir zaman diliminde objektifin ardından gülümserim sana.
söylemek istemiyorum ama sen gidersen madrid benim için pek ıssızlaşacak.
işte o zaman bulunduğun şehirde en güzel çocuk parkını seç, bil ki bu kadın ilk uçakla atlayıp yanına gelecek "hepsi senin suçun" diye ağlamaya başlayacak.
don't speak, please don't speak.
bu sessizlik böyle iyi.
25 Kasım 2009 Çarşamba
doktorunuza danışınız.
en yakın sağlık ocağına başvurmanız dileğiyle.
18 Kasım 2009 Çarşamba
geçmiş hep takip eder
içinde saklanır. korkma hiçbir yere kaybolmaz.
13 Kasım 2009 Cuma
bu gece.
***
o çocuklar kuytusunda şehirlerin, ötesinde gündüzün ve gecelerin, menzil bizim ah o cennet bahçeleri, bak o çocuklar, bak raksa başlar!
***
seni ben, çok seviyorum seni ben!
9 Kasım 2009 Pazartesi
lale müldür'ü sevme nedenim.
sar ma şık
yana eğik ağaçlar
neredeyse birbirimize
yabancıyız artık
burası hep
sarı yaz
dışarda
hep
kasım
patlar
hep bir sarı
gagalı yelkovan
böyle kafamın içinde
limonsu safran
sarı ekran amino asit
bir ağaca gerisin
geriye sonbahar
siluetiyle
giren bir
kız
rna
mesajcısı
yunusların
kurtardığı
hadi sevgilim
bana bağlan
sonra güneşin
ilk ışınlarını
gözüne alarak
i yi leş
be be become good
become goooooooood
ama şimdi olmaz
şimdi işte hep
böyle kafada
sarı ampul
gözlerde
filtre
cool
cool it
cooling it down
mekanların ortasında
şoksarsıntısarılganyürüyüş
yavaşyavaşyavaşsu sarı sabır
herşey bir damask gülü için
hareketederkalır
işte
şimdi böyle
sarı beneklerle böyle
sarıbenizlilerle böyle
shakespeare'le böyle
ko kakola içen işçilerle
marlon brando'yla böyle
erkek kardeşimle böyle
kızkardeşim zaten yok
üstelik öylesine
serinkanlıyım ki
bütün
vuruşmalar bitince
seni göreceğim
ama şimdi burası
hep kasım
kafamda hep
yabancı bir dil
dışardan
hep sarı
şarkılar
söyleyerek
geçen sararti
turuncu inci
sar ma şık
yana eğik ağaçlar
neredeyse birbirimize
sarartıyız artık
8 Kasım 2009 Pazar
timur selçuk, winston box, y sangria.
ben burada oturmayı tercih ediyorum. tam burada calle de laganitos 27 numara, 2. kattaki sağdaki dairenin en küçük odasında. üstelik sarhoşum adamakıllı, daha da içeceğim. köşedeki cerveceriada otursaydım, bütün hesaplar benden bile diyebilirdim. böylelik ab'nin yatırdığı hibeyi bir gecede, bir ispanyol meyhanesinde, çarçabuk bitirmiş olurdum. ama yapmıyorum, yapmayacağım.
beni bilirsin, hep yalnızlıktan sözederim. bazen yalnız ama güçlü olmaktan, epey de övünürüm bu özelliğimle... ya da yalnız ama mutsuz olmaktan...
şimdi ise üzerine yaptığım onca konuşmadan sonra aslında şu ana kadar hiç de yalnız kalmadığımı farkettim. yani bir kıyas yaparsam, hep aynı dili konuşmuştum; hep aynı sokaklarda gezmiştim; hep aynı dertlerden yakınmıştım. madrid ise bambaşka bir yalnızlık haliymiş meğersem.
çünkü şimdi 21 yıl dinlediğim, duyduğum, konuştuğum dilden uzaktayım. hiç konuşamadığım ya da hiç anlamadığım anlar oluyor. öylece suratlarına bakıyorum insanların. suratlar bile bi' değişik. herkes arkamdan konuşuyormuş gibi paranoyalara kapılıyorum. bir tek sangria bana güven veriyor. buzlu, limonlu, şarabımsı tat.
dertler de çoğaldı. kaloriferi yaksam mı, yoksa bir hırka daha mı giysem diye düşünmeye başladım. çok sık hastalanıyorum. halbuki daha az sigara içiyorum. bademciklerim yavaş yavaş beni terkediyor.
üstelik eskisi kadar ukala, ekisi kadar özgüvenli değilim. evet, daha güvensizim kendi içimde. sanırım herkes gibiyim burada ya da diğer bir deyişle benim gibi olan insanlarla birlikteyim.
bir sabah uyanıp geri dönmeyi bile düşündüm.
acaba sadece bir inat uğruna mıydı bunca mücadele?
yani yıkılıyor mu hayalini kurduğum dünya?
madrid'in benim için bir başlangıç olduğunu düşünürdüm. tam tersine bir ölüm oldu aslında. bir ölümün son noktasındayım. hem de ne direnmeye gücüm var, ne de inkar etmeye. artık ölümü kabullendim. yenisini doğurmak bir başka zamana kaldı.
sangria, bitmesen olmaz mıydı?
28 Ekim 2009 Çarşamba
15 Ekim 2009 Perşembe
tarçın kolye
sadece hatırlamaya çalışıyorum. hayır sana dair hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.
üzerinde ne vardı, nasıl kokuyordun nasıl bakıyordun hangi kelimeleri seçiyordun dokunuyor muydun bana yoksa sadece duruyor muyduk yan yana...
bu gece ben hep seni düşüneceğim,
bu gece ben hep seni düşleyeceğim...
nitekim elimden başka bir şey de gelmiyor.
bir de tarçın kolyem var hiç yanımdan ayırmadığım; kokusunu benden başka kimse alamıyor. bana senden başka kimse "sevgili" gibi kokmuyor.
***
seni çok özledim dedim ya, yalan söyledim aslında. çünkü simit yemeyi de özledim mesela, vapura binmeyi de özledim, denize bakmayı özledim, dostlarla gülmeyi özledim, yatağımda uyumayı da özledim.
ben seni özlemedim. bu kadar "normal" değil çünkü ruhumu tartaklayan duygu. sana olan yoksunluğumu her farkedişimde daha da şiddetleniyor. şımarıklaşıyorum, şirretleşiyorum, kibirleniyorum. ulaşamadığım her an daha çirkef sözler sarfediyorum. hayata saldırıyorum, hayatıma kastediyorum.
yok ama bu da kâr etmiyor, yine susup beklemeye başlıyorum.
***
burada zaman sonbahar. dünya(m)nın en yalnız olduğu mevsim. üşümemek içten değil. yakında yağmurlar başlar, hiç bitmeyecek gibi gelir. belki bir iki kar atıştırır. daha da soğutur nefesimizi. sonra yine yağmurlar. güneşin habercisi gökyüzü. sonra hep sıcak.
***
öyle bir an gelmiş çakılların üzerine yatmışız sereserpe, sen kafka okuyorsun. ben börtü böcek kovalıyorum. "gregor samsa'yı öldürdüm hocam" diyorum, sen benim espri anlayışıma hayran kalıyorsun. sonra yine bikinim açıldı açılacak tartışması. "azıcık sarılayım nazom" isteğine " öfff çok sıcak az öteye git" diye iki nalet mimikle tepki veriyorum. bunların hepsi oluyor, sonra klimanın altında uyuyakalıyoruz.
***
ben seni özlemedim. hayır hiç özlemedim.
14 Ekim 2009 Çarşamba
ya no puedo mas!
neyse canım hikayenin önemli olan kısmı bu değil tabii ki. şimdi yüzünü bile görmediğim biriyle ilgili hikayeler anlatacağım sanılıyorsa, bu çok yanlış bir düşünce.
kocaman kocaman sıkılmaların ve ayrıklığın arasında televizyonu açtık. nasıl olsa hem sessizliğimizi devam ettirecek hem de kendi kendimizi oyalayacak bir şeyler bulabilirdik. nitekim bulduk da.
ben o zamanlar çok sosyal bir gençtim. aynı anda hem okula gidip, hem bir gazete için gönüllü çalışıp, hem çocuklarla dans edip hem de ispanyolca öğreniyordum. bunların arasında en önceliklisi hangisiydi şu an tam kestiremiyorum. zira bazen röportajları yetiştirmeye çalışırken ispanyolca ödevlerimi yapıyordum. üniversitede ise hazırlık yılımdı. 3 dilli bir denklemin, 8 bilinmeyeninden birini seçip çözmeye yeltenip daha da kördüğüm haline getirirdim. gençlik işte, insan kendini yunan tanrılarından biri zannediyor; hiç yorulmazmış, hiç bunalmazmış, her şeye gücü yetermiş gibi... heyhat!
çok kanallı televizyonumuzun abuk subuk kanallarından birinde adını bile bilmediğimiz bir film başlamak üzereydi. ne oyuncuları tanıyorduk ne de yönetmeni. sessizce izlemeye başladık. amacımıza yeterince uygundu.
zaman içince yunan tanrılığı yerini insan olma çabasına bıraktı. her gün yeni bir ilişki sorgulaması, yeni bir ahlak çerçevesi yaratma endişesi de cabası. teker teker yaptığım işlerden vazgeçiyordum. önce kayıt cihazından ve sayfalar tutan word dosyalarından ayrıldım. sonra bölüme geçtim. artık okumak için yeterince hazırdım. hele de sosyoloji okuyorsa insan, tanrılıktan insan olma çabasına geçiş epey depresif oluyor. ispanyolcayla ilişkimi, kübalı eniştemle salsa yapmaya indirgedim. son olarak da çocuklardan vazgeçince, yeterince kendi kendine kalmış buldum ruhumu. zamanla bu da acı vermeye başladı ama idare ediyorum işte.
film oldukça neşeliydi. sessizliğimizi benim kahkahalarım bozdu çoğu zaman. sanırım düşlediğim şeyleri orada, abuk subuk bir kanalda yayımlanan, komik bir gençlik filminde bulmuştum. uydudan yansıyan ışınların tezahürünü bir süre tam olarak açıklayamadım. birkaç kez denedim ama beceremedim. bu yüzden ben bile zaman zaman o hissiyatı unuttuğumu düşündüm. unutmamıştım halbuki, sadece zihnimin bir köşesine gömmüştüm.
şu hayatta en can sıkıcı şey acıların birbirini taklit etmesidir. süpermarket raflarında yan yana dizilmiş, farklı markalarda ama aynı tadı veren konserveler gibiydi her şey. insanı, hayalgücünden yoksun bırakıp, bu kadar kötü teşbihler yapmasına neden oluyorlardı sadece. ben de alışık olduğum ne varsa hepsini terk ettim. şimdi kullandığım havlu başka kokuyor, yediğim ıspanak başka bir tad veriyor, okuduğum kitap başka bir dilde yazılmış, pencerem bambaşka bir sokağa bakıyor. bütün bildiklerimi orada bıraktım. bir parça ahlak biraz anı getirdim yanımda. yine de çok değiller...
2 gün önce sarı pankartımla parkta otururken birden o film aklıma geldi. birbirinden çok farklı yaklaşık on kişi, aynı şarkıyı söylüyordu. içlerinden biri gitar çalıyordu, diğerleri ise ellerindeki tuhaf aletlerle ritme ayak uydurmaya çalışıyordu. işte tam o anda farkettim ki eski sevgilimin evindeki kanepede oturmuş o filmi izlerken aslında 2,5 yıl sonraki halimi izliyormuşum.
ihtimaller dahilinde bir biliminsanı bunu mantıklı bir argümana dayandırabilir, yeni bir teori geliştirebilir ya da en kestirme yoldan delirdiğimi bile söyleyebilir ki buna da hiç gücenmem.
artık hayatımı iki rüya arasındaki zaman dilimi olarak tanımlıyorum. hep birinden birine ulaşma çabasındayım, yani hep yollardayım.
11 Ekim 2009 Pazar
i hate mad.
ama bu bize başka bir yaratıcılık kattı. madrid halkı yakında bizimle pek haşır neşir olacak.
i hate mad.
10 Ekim 2009 Cumartesi
yine bir cehennem var yastığımda.
Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.
9 Ekim 2009 Cuma
la gran bleu
mavi bir ışık yanıp sönüyor başucumuzda. konuşurken hiç duymadığım sözcükleri seçiyorsun. literatürümü zorluyorum. olmuyor. anlayamıyorum. mavi öpücük izleri her yanım. saçlarım ıpıslak. ter içindeyiz, sanki bir ipin iki ucundan çekiştirir gibi. eziyet gibi geliyor o an. ulaşamadık hala en derinimize.
- you turned me on. it's been days and days that i had not see myself on someone else's face.
***
uzun zamandır düşünüyorum, resim yapmalıyım. bak ne çizeceğimi tasarladım bile:
şuraya, havuzun içine, iki fıskıyenin ortasına bir masa iki sandalye yerleştireceğim. masada oturmuş kart oynayan iki adam olacak. ben de tam burada duracağım, şimdi durduğumuz noktada. ışık buradan çok iyi geliyor.
***
one night i fell asleep; it was all blue.
kutuplara yerleşeceğim, ayılar güzeldir.
everyone says i love you
gelsin filmimi çeksin artık, aynı senaryoyu yedinci kez oynuyorum. bir sekizincisini yürek kaldırmaz.
kalktım madrid'e geldim, yeni hikayeler yazmak için ama maalesef olmuyor. çakma karakterlerle çakma aşk öyküleri peşimsıra kovalıyorlar.
olan hayalgücüme oluyor, elin dreamerına karşı küçük düşüyorum sonra.
woody allen, buradan sana sesleniyorum:
keşfet beni, keşfet! ne malzemelerim var inan sen bile şaşıracaksın!
6 Ekim 2009 Salı
istanbul dostlarına mektup
“Ne çok şey eskidi diyorsun
Benim küçük intiharlarım
Kimseler yoktu Tarot kahvesinde
Birileri teneke çalıyordu dışarda
Artık çıkış kimseyi ilgilendirmediğinde
Yaprakların dilini konuşmak gölgelerin
Yeni bir dünya yok
Yeni bir dil olmadan.
Söyleyemediklerim yaralıyor en çok
Aradığım ne varsa bulamıyorum
Kim bana bir iris bıraktı terk ederken beni?
Uzaklarda deniz-kızları ölüyor
Bir kadının görebileceği bütün düşler
Amazonya, yüreğim…
Tekrarlanan bir dil/tekrarlanan bir dünya
Deka-dans-ia
Bir ikonun, bir personanın etrafında döndü herşey
Ne çok kişi bıçaklayıp durdu kendini
Gecelerden bir gece Manresa’da olmak
Mutlak değerlerin çekiminde adım atmak
Mermer yüzlerle
Demode zevklere doğru
Unutmak deka-dansı unutmak.
Ama bu gece Manresa yok
Brüksel’e yağmur yağıyor
Ve bütün kentlerde bir ve tek korku var.
Ne çok şey eskidi diyorsun
Değişen bir şey yok oysa
Korkunç akşamüstüler hatırlıyorum
Bitimsiz bir iç sıkıntısıyla
Küçük bir odada birlikteydik
Birileri Krilov’du
Birileri Nastasya Filipovna
Birileri ormanda keman çaldı tek başına
Herkes kendi Marienbad’ını yaşadı
Hortlak yaşamların gölgesine doğru
Ölmedi onlar
Başka bir biçimde aynı şeyleri yaşıyorlar.
Odalar büyüdükçe birlikte olunamıyor...”
lale müldür.
4 Ekim 2009 Pazar
2 Ekim 2009 Cuma
teklik.
halbuki birkaç saat önce oğluma sana aşık olduğumu anlatıyordum.
aşağıdaki fahişe yüzüme bakıp gülümsedi. homeros burada olsaydı da hikayelerinde benden de bahsetseydi. marakeşli torbacılar, ispanyol hippiler, güney amerikalı fahişeler...
cuando fumo um pocito, yo puedo ver el conejo blanco.
artık hiçbir şey eskisi kadar fantastik gelmiyor.
sanırım gerçekliğimi yitirmek üzreyim. günbegün akıl sağlığımı korumak daha zorlaşıyor. kendi kendime burası gerçek değil diye tekrarlıyorum. sonra sangria yapıyoruz bir küp, iki haşhiş ateşliyoruz. hiç bu tip endişelerimiz kalmıyor.
sanırım ardımda bıraktıklarım arasında netlikle seçebildiğim tek imajsın. sen de gidersen miyop gözlerim artık geçmişi görmez olur. yine de gitme diye yalvarmam. muğla'daki eve gömerim "biz"i. arada bir de sardunyalar ekerim üstüne. belki cesedimizden bir hayat doğururuz diye...
o da olmazsa susarım büsbütün.
sonra derin bir omm palacio real'e karşı; denizsiz şehirlerde günbatımı tutkusu. sen orada bozkırın ortasında, ben burada ateşin ortasında.
unutur muyuz dersin erciyes'in soğuğunu?
mad-riding por la noche
almost high
almost arrested
almost drunk
almost lesbians
almost cocaine
ev yine, benj ve ispanyolca konuşma çabası. bir kolombiyalı iki fransız ben ve my annoying sister. nereye kadar demek istiyorum.
"so you've changed everything right?"
"i'm not gonna talk to you again!"
"you're a cinyus man"
1 Ekim 2009 Perşembe
30 Eylül 2009 Çarşamba
içim gül biraz, güldür biraz.
uzaktan uzağa bugün işim var, yarın da olmaz, biraz daha beklesen cümleleri daha çok canımı yakıyor. bilmem duyabiliyor musun?
yazık ediyoruz.
yoksun zaten, daha neyi azaltıyorsun?
önümüzdeki yılları da yıpratıyoruz. tükürüyoruz üzerlerine. çamurluyoruz üstüne basıp basıp. sanki yaşanmasını istemiyormuşuz gibi. sanki çoklar, hiç tükenmezler gibi.
tükeniyoruz ama sevgilim. ne zamandır gülemiyoruz yan yana. gülemezsek ölürüz halbuki biliyorsun bunu.
şimdi senden bir tek bunu istiyorum.
içim gül biraz, güldür biraz...
23 Eylül 2009 Çarşamba
oğlum yapma bak valla bozuşuruz.
22 Eylül 2009 Salı
heppi börzdey benjamin
rakı içen her erkek gibi benjaminin de politika konuşmaya başlamasına şaşırıp kalmak. ya da artık şaşırmasak mı napsak? bu yoğurdu şekerlesek de mi saklasak sonra da amerikan salatası mı yapsak ya ne yapsak?
benjamin dolabın kapağını açık bırakmasın didem fişleri prizde unutmasın istiyorum! hayat aynı anda hem boşvermişlik hem fransızlık olmasın. kafası karışmış bir genç kızım ben. kızım ulan. chicayım işte; dos chicas erasmus'un chicasıyım. aynı oradaki gibi işte. mad-riding yaparken sokaklarda kaybolmak gibi.
loser olmak ya da olmamak
işte bütün mesele
8 Eylül 2009 Salı
gün gelir zaman bizi aklar...
üzgünüm bitenler için
sadece çok üzgünüm
dargın değilim
nolur sen de beni affet
kahır değil bu kıyamet
cezamızı çekiyor gibiyiz belki de nihayet
bir gün çalınırsa kapımız
tekrar anılır san'atımız
o zaman sarılır kanayan yaramız...
günahlar günahlar günahlar
gün gelir zaman bizi aklar
yıkanır ihanetler, yıkanır ahlar...
madrid günlüğü
on iki saatlik değil aslında biliyorum. çok zamanların acısını çıkartıyor vücudum. hayatıma dair tedirgin olduğum her şey adına, düşündüğüm üzüldüğüm kafamı yoran tüm insanlar tüm ilişkiler adına bir tepki bu. kilometrelerce uzakta olsam da peşimden geliyorlar biliyorum. ve bir gece yarısı dünyanın bile farkında olmadığı bir kasabada fiestadan hemen sonra umutsuzluktan biraz önce sol bacağımın tombul baldırında su yüzüne çıkıyor. bu bana kavafisi hatırlattı. bütün gün sokaklarda ev arasam da hep aynı, hep aynı diye çığlıklar atıyor hücrelerim. yeni bir ülke bulamadım işte.
şimdi burada saat öğleni biraz geçmekte. penceremden sokağı göremiyorum, eminim kimsecikler yoktur ortalıkta, derin uykular vakti bu coğrafya için... ben ezginin günlüğü dinliyorum. yine ofacık bir odadayım. bilirsin işte yerde bavulum kapağı açık sonuna kadar, oraya buraya saçılmış kağıtlar. sanırım en iyi sen bilirsin benim sırtında çantayla yol alan halimi. bu yol sana çıkmıyor. halbuki iklim aynı seninle olduğum gibi sıcağı sıcak soğuğu soğuk, deniz yok burada da, kuru ve tozlu hava dudaklarımdaki çatlakları belirginleştiriyor. evet, kimse öpmüyor dudaklarımı.
ekim'e anlatacak çok hikayem var. şu an benden haberdar değil biliyorum. ama yakında pek yakında elinde kullanma talimatı ispanyolca olan oyuncaklarla gülümseyecek. dün geceyi de anlatacağım elbet; bacağımdaki krampı, zihnimdeki ağrıları, ezginin günlüğünü ne kadar çok sigara içtiğimi...
bu su hiç durmayacak ama, sana doğru akacak...
5 Eylül 2009 Cumartesi
mad-riding
30 Ağustos 2009 Pazar
tebdil-i mekân
nevresimlerin durduğu çekmeceye para bıraktım. altınlarım hep koyduğumuz yerde. başın sıkışırsa alır harcarsın. sormana gerek yok, darılırım valla.
faturaları yatırdım, gelecek ayın aidatını da köşeye bıraktım, orada koridordaki büyük dolabın rafında. sen hiç dert etme, kolaycacık geçecek her şey.
arada annemle babama uğra, hayırsız abim de evde durmaz iyice baş başa kalırlar. onlar şimdi benden haber alamayınca endişelenirler. yol üstünden geçerken kapılarını çal. evde yiyecek bir şey hep vardır. hele de pazarsa annem kesin ıspanaklı börek yapmıştır, yanına da mis gibi çay. lezzetinden bir an önce yemek istersin, sıcağından ağzın yanar yiyemezsin. stress yaparsın oracıkta. sen babama bakma onun ağzı kalaylıdır. üç beş demeden götürüverir börekleri. candır ikisi de doyum olmaz hallerine.
kalmak istrsen benim yatağımda yat. çiçekli yastık kılıfım hala yerli yerinde. sana tavsiyem perdeleri arala da uyu. benim odaya güneş z(m)or doğuyor biliyorsun.
yalnız kitaplarıma dokunursan bozuşuruz. tozlansınlar bırak. en çok onlar susar bilirim. susar ve beklerler. bu yüzden onlardan birini yolluyorum sana. o gün evde ol, kapıyı sen aç. senden başka kimse karşılamasın beni. odamın kokusu sindi sayfalarına, ruhumun karmaşasını resmediyor her cümlesi. sonra yavaş yavaş çevir sayfaları. her şeyi en baştan al. biraz dur, ufak bir es ver hayatına.
mesela beni düşün.
ne hissedersen, ne geçerse aklından ilk, ne sıkarsa canını, bozarsa moralini... adın gibi eminsin bundan, hepsi bana ait. bu kadına. yazın son günü şehri terk edip, canını burada bırakan kadına ait.
ne dersen de artık adına, nevrotiklik mi naletlik mi ya da çocukluk mu sadece... ben yokken varmışım gibi davranmaya kalkışma. ayrı durmak, dokunamamak, seslenememek, kavga edememek, ağlayamamak da bizim bir parçamız.
bırak toplama yatağımı, dağınık kalsın.
bu da bizim mahremimiz, yeniden yeniden ürettiğimiz.
daha yürüyecek uzun yollarımız var.
bekle beni.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
kadın kadına
8 Ağustos 2009 Cumartesi
if i could melt your heart.
klimalı ağaç evlerden cehennem sıcağındaki apartman dairesine transfer epey hızlı oldu. bir sonraki geçiş anında zamanı durdurup zihnimi incelemek istiyorum. giderek her şey saydamlaşıyor nasılsa. ilişki dediğin şey bireylerin anlam dünyasının ötesinde değilmiş. hep "dışarlak" nedenlerin etkisine inanırdım. statü, sınıf, prestij ya da herhangi bir şey... zaten onca içselleştirdiğimiz zımbırtılar öylesine benliğimin yapıtaşları olmuş ki weber gelse "naptın sen ablacım" nidasıyla rakı soframa oturuverecek.
salt sevginin gücünü küresel dünyamızda a(r)tık değerlerimizle karıştırıyoruz. sonra da mesela ben, bu küçücük kadın, beceremedik işte diyip çıkıveriyorum işin içinden.
kırıldı ayna. binlerce imaj sıra sıra geçiyor evimin duvarlarında. durdurmaya mecalim yok, biraz patlamış mısır ve 3D gözlüklerimle daha ne kadar sefilleşebilirim diye düşünüyorum. bundan ötesi anneme telefon açıp hüngür hüngür ağlamam olur. gerek yok.
iki basamaklı sayılara indik bile, ondalık kısmımızda 2ler de tükenmekte. aklım erdiğinden beri hayal ettiğim şeyi gerçekleştirmek üzereyim. yalnız, aklım ve fikrim hür, ruhum tekil, sesim her zamankinden daha gür... vücudumun en ince kıvrımlarında fink atan anılar yavş yavaş canlılığını yitirmekte. biliyorum bu bir dönemin son evresi. artık yepyeni bir dilin, sesin, ahengin ve renklerin parçası olacağım. korkuyor muyum? hiç sanmıyorum. bürokrasiden kaynaklı az miktardaki gerginliği saymazsak öyle çılgınlar gibi "gidiyorum ulaan" diye bağırasım pek yok. büyüdüm belki de...
şimdi bir bekleme salonunun rahatsız koltuklarında iğreti bir şekilde oturmuşum. bavulumda fazladan ne var diye düşünüyorum, sanırım pek de bir şey kalmadı. her şey ha bitti ha başlayacak tadda.
değişmeyen tek şey, şu bendeki madonna olma isteği.
dün dündür, bugün bugün.
27 Temmuz 2009 Pazartesi
bala ban.
bu kağıdı ikiye katlıyoruz ortasından bir ip geçirip açıyoruz. buna da zamanı bükmek diyoruz. yani naptık biz? kağıdın bi ucundan diğer ucuna hemencecik geçiverirken kağıdı açtığımızda arada kalan adamları yaşadıkları ana kitledik. gerçi hawking bunu kabul etmiyor ama biz şimdilik kabul edelim. (a.e.)
ben bir kilo havayı tutabiliyorum, bak, fıstık gibi oldu işte. (a.e.)
bence annemle sen bu dünyayı yönetebilirsiniz, benim için bir problem yok. (a.e.)
ben gördüm o böcek değildi elleri vardı, parmakları bile vardı, bir şişe raid yuttu bana mısın demedi. (n.a.)
finans kapital değil mi abi bu anlattığın? (arda çocuk)
bu çayları kim döktü? kim döktü diyorum size? ben döktüm. (z.g.k.)
her gün benim gibi bir ölçek kıhh için bişiciğiniz kalmaz. (z.g.k.)
23 Temmuz 2009 Perşembe
dönemezsem beni affet...
ben açık denizdeyim, deniz bu belli olmaz, huyunu seveyim.
eve geldim, yemek yaptı. rezalet bişey oldu. yine makarnaya talim ediyorum. yazı yazmaya bile üşenyorum artık. sadece sigara ve çokça alkol. bir de fonda çalan melodik bi kadın sesi. huyumuzu seveyim.
hoşça-kalmak, kendimize iyi bakmak.
dipnot: terliklerim sende, terliklerin bende.
15 Temmuz 2009 Çarşamba
mümkün mü?
Que tu m'aimais encore, serais ce possible alors ?
9 Temmuz 2009 Perşembe
5 Temmuz 2009 Pazar
kurbaa...
beyaz atlı prens değil o senin kafan güzel
yer amerika arizona eyaleti
orda yaşayan bi kurbaa cinsi o
elindeki prens taklit yeteneği ile prensmiş gibi davranıp alkolünde etkisiyle beyaz ata çeviriyor meseleyi ama o aslında bildiğin bi kurbaa
sen bi çık çölden
kaldır kafayı
güneşi gör gökyüzünde sonra bi sigara içip kendine gel
kurbaayı farketceksin
i'm so tired of playing with this bow and arrow.
give me a reason not to go somewhere else
give me a reason not to make love with somebody else
give me a reason to live with you till the end of our lives
give me a reason not to struggle with you
give me a reason not to hurt you
give me a reason to talk to you
give me a reason to feel myself as a woman with you
give me a reason not to kill myself
give me a reason not to kill you
give me a reason not to let somebody touch my skin
give me a reason to believe in you
give me a reason to trust you overcome this world
***
Give me a reason to love you,
Give me a reason to be a woman,
I just want to be a woman.
25 Haziran 2009 Perşembe
milattan sonra.
teenage mutant ninja turtles yanlış anlaması ve gitmeyin çocuklar öğütlerine kulak asmayışımız afyonda bir otoyolun kenarına yanaşan kocaman otobüsün ve gülümsemek üzerine kurulu 4 günün sonrasındayım.
istanbul yine sıcak iş-güç-koşturmaca denkleminin tek bilineninin yerinde.
yüzlerce anketin arasından kafamı kaldırıp abime bakıyorum, monopoly oynuyor hapse düştü diye ekrana küfrediyor. evet yaz sezonumuz açılmıştır, bekleriz efendim.
haftasonu istiklal caddesini büyük bir gururla dolduracağız. sonrasında yine proceler üzerine kafa yormaca. ankara'dan canlar gelmiş evde bir bayram havası.
ananem bugün benimle ilgilenmedi. kandilmiş. kandil ne ki? çocukken en sevdiğim şarkıyı çaldılar trt1de. allahümme saaaali alaaa seyiiidinaaa... hala allah rahatlık veriyor ananemin evinde uyuyunca.
kuytu köşede hocamı kıstırıp "iş yapıcaz ama" başlığı altında telefon numarasını aldım. arayıp arayıp pamuk sesini dinlemek geliyor içimden. çorum milliyetçisi desin, reflexivity desin, canımı yesin ama bi' şey desin.
sonunda bu yaz başardık. artık "biz"e ait bir yazlık evimiz var. gelsin havuzbaşında mangal sefaları gitsin kafalar güzel olunca havuza atlama çabaları. aile büyüğümüz lord tekin'in izin verdiği ölçüde aşırıya kaçmayı hedefliyorum.
hallerimiz bundan ibaret, başka sorusu olan?
16 Haziran 2009 Salı
son
- saldırıyor muyum?
- hayır şekerim devam et iyi gidiyorsun.
birbirinize küsün yalan söyleyin sarılıp ağlayın birbirinizi s*kin s*ktiğiniz adamları/kadınları s*kin ve bundan haz alın.
kendi riyakârlığınızla yüzleşmediğiniz sürece birbirinizi rahatça parmaklayabilirsiniz.
- biraz abarttım sanırım hı?
- yok yok bence hâlâ yeterince ağır değil.
tam kıvamı değil biliyorum ama ötesindeki cümleleri de ben tasavvur edemiyorum.
öfke yerini acımaya bıraktı, sonra da s*ktirolup gitti. ne bir veda ne bir hesaplaşma. tanık olduğum en hızlı ve en makul "gidiş"ti.
şimdi,
dejame en paz, por favor!
14 Haziran 2009 Pazar
5 Haziran 2009 Cuma
haziran'da ölmek zor.
işbu sözleşme gereği y.a. ile bir haftalık ateşkes yapıldı.
* ispanyolcamı geliştirme çabalarım tüm hızıyla devam ediyor. unuttuklarımı hatırlıyorum, üzerinden geçiyorum her şeyin. zaten javicim ve begonyam bu işi kotarabileceğimi savunuyor. yo soy un poco nerviosa pero bence de everything2s gonna be alright!
* 5 haziran itibariyle kapı gibi bir heyet raporum olacak elimde. rabbime binlerce şükür ne aidsim var ne bi' şey. ruhu hastalıklı insanları hayatımın dışbükeyine itelediğime göre içbükeyinde kalanlarla viajamos a los paises latinos!
* haziranla beraber mevsimlik işçi sezonunu da açmış bulunuyorum. hem konser dinleyip hem çalışacağım bence daha keyiflisi olamaz. yalnız g.g. ile "iki gece üst üste cohen de çekilmez" üstbaşlıklı "iyice yüzsüz olduk" alt başlıklı "acaba içeriye adam/kadın (sevgili terre ailesine işareten) sokabilir miyiz?" yan başlıklı bir outline çıkarmış bulunuyoruz. bir de paramız alabilsek, şamdak ayısı demek istiyorum.
* "hem ispanya bana vize vermeyecek de kime verecek?" mantığıyla başvurduğum konsolosluk benden çok memnun kalıp vatandaşlığa da almak isteyecektir, na şuraya yazıyorum.
* hafiften bir yaz okulu telaşesi sardı mı derseniz, henüz düşünmemeye çalışıyorum. neyse ki bilgi odtü eşzamanlı yaz okulu programı var! yoksa halimiz nice olurdu değil mi sayın yenel?
* uygaraydınla havuz sefalarımız bütün hızıyla sürmekte. arasıra "ıslanmasak da bahçede yatsak?" ya da "off senin saçların kurumaz şimdi gel bira içmeye gidelim" repliklerini tüketsek de, içimizden dolup taşan bir 'damar genişletme' hevesi var ki, sormayın a dostlar!
ayrıca kendisi oyuncak küpleri ciddiye alıp stratejiler geliştirdiğini söylese de hâlâ 2 sıradan fazlasına ulaşmış değil. bir de kırılıyor diye b.k atıyor alete, hiç de bile!
* kamil koç abimiz otobüs biletlerinde yine kampanya yapmış. "tanrılar kenti olymposa doğru" ismini verdiğimiz şu süreçte yine dört ayak üstüne düştüğümün kanıtıdır bu durum.
euro; çok pahalı
hava; güneşli
mevsim; yazbükey
iş/aşk/sağlık: *****
1 Haziran 2009 Pazartesi
fırat tanış'ın bize ettikleri
uzun cümleler kurardım konuşurken
eski filmlerde kaldı böyle sözler deniyor
ama şimdi filmler bile eskimiyor
yani...
serkanın odasında izin alarak içtiğim sigara, sen sus emre altuğ değil bu deyişiniz, her "yaa-ni"de bir kez daha ne kadar doğru yerde olduğumu hissetmem...
bir anda aklıma geldi işte, sen okur da kantın platonun arasından kafayı çıkartıp azıcık gülümsersin diye.
bürokrasi, hastane ve cenaze kokusu duyuyoruz şu günlerde ama yaz biraz ötemizde, bagaja attığımız çadırlarda, içine sığıştığımız uyku tulumunda, benim çiçekli bikinimde, fonda çalan "güneye giderken"de...
yani,
diyorum ki haftaya gelsem ben, fizik çimlerine yaysak azıcık
ne hoş olur diğğmiiiiiğ?
31 Mayıs 2009 Pazar
kötülüğümde cömert, aşklarımda hazin ve güvenilmezim.
27 Mayıs 2009 Çarşamba
25 Mayıs 2009 Pazartesi
24 Mayıs 2009 Pazar
fil hep çapraz gider.
soğuk emektar montumun fermuarının dişlerinden içeri sızmaya çalışıyordu, başım gece boyu içtiğim şaraptan hasar almış, sigaralar artık içilmiyor yeniyordu. ve ben hiç tanımadığım bir şehrin tren garında, hiç tanımadığım insanlarla birlikte, hiç tanımadığım birini bekliyordum.
***
sonra ben mor koltuklarda uyuyakaldım. yanımda bir fransız, bir kadın, bir fotoğrafçı ve kendimin bir başka formu vardı. yastıklar yumuşacıktı.
yüzüme baktı ve "ben hiçbir şey anlamadım" dedi. ikinci cümle tarlabaşı'ydı, üçüncüsü seni seviyorum, dördüncüsü "şu eşyalarını çekmeceye yerleştir artık ortalıkta dolanmasın"dı.
***
balkonda oturmuş alacakaranlıkta güzel görünen çöküntü mahallemize bakıyorduk ve karşı binanın yan duvarında bir kadın bir adam ve bir cenaze görüyorduk. döne döne yine bize ulaşan kelimeler o kadar çok güldürmüştü ki bir an ses tellerim yırtılacak sandım. saat sabahın 6sıydı. ve biz oldukça mekânsız/zamansız/boyutsuz zevzeklerdik.
***
sarıldım. öptüm. sahip olabileceğimiz en güzel geceyi dilemiştim başlarken. "güzel" olmak bu kadar basitti. aynı evde uyanıp, tatilleri planları yapabilmekti.
***
- abi ordan yol yok işte kıyı kıyı gidilmezmiş annem söyledi bi kere
- tamam gece yola çıkarız, sabah ordayız, öğlen deniz, akşam rakı-balık
-ya ordan gidemeyiz işte annem dedi
-kahve arasını da koy
-ben yola çıkmam sizinle
***
keşke sizin kampüs istanbul'da olsaydı ama yüce rabbim biliyor neyi nereye konduracağını.
23-24 Mayıs'a ithafen
21 Mayıs 2009 Perşembe
15 Mayıs 2009 Cuma
uzak.
yemeğini, suyunu, koltuğunu, gününü, yuvanı paylaşmaktı. türlü türlü sesin birbirine karışmasıydı. hep birden kalabalıklaşmaktı. gözümün ucunda biriken damlaydı. bileğimdeki 3 renkti; sarıydı kırmızıydı yeşildi her yer. sonra hep beraber domastes hıyar doğramaktı. ihtişamlı kalelerin tarihine şaşmak, burası o kadar uzak mı diye tartışmak, olmadık yerde karşıma çıkan iran tabelalarına heves etmekti. güzdü yazdı bahardı. dudaklarımı yara eden rüzgardı. ateşti sıcaktı yakardı. kardeşti türküydü.kardeşimdi türkümdü. bir başka dildeki bir başka tezahürümdü. sokaklarında tütün aradığım kentti.
zihnimin deltasına kazınmıştı adı,
vandı.
8 Mayıs 2009 Cuma
29 Nisan 2009 Çarşamba
göztaşı
ellerimde bir goztasi, gozlerim bos gidiyordum
ne bileyim, bir turkunun boyle veysel oldugunu
acildim, cikmaz bir sokak gibi, kapaninca denizde
serçeleme
çok oldunuz be serçeler
kapatırım şimdi kapıyı
dedim
dinlemediler beni
ben de kapatmadım kapıyı
varsın dinlemesinler
28 Nisan 2009 Salı
a dream within a dream
başkentin en kalabalık yeri sanki. ben az sonra koskocaman bir kadın olacağım. önümüzde bize samimiyetle gülümseyen iki çift göz. patlayan flaşlar.
kırılmalar oluyor ikimizde de. farketmiyoruz başta belki ama oluyor. sen sol adımını atarken ben de solumla hareket ediyorum, sonra sağ sonra yine sol... bir süre sonra senkronizasyonu sağlıyoruz. ve işte başardık!
kalabalık. müzik. çocukluğumun şarkıları. nasıl oluyor da hepsini biliyor bu kadın diye yüzüme bakıyorsun, ben de sosyolojik analizler yapıyorum. discourse hocam, bak nasıl da işliyorlar ufacık çocukların bilinçaltlarına! gülüyorsun. sen bana çok gülüyorsun. ciddiyetini sarsıyorum sanırım.
zaman. durmuyor ki meret!
sıkıca sarılmışız. soğuk bir istanbul sabahı vapurda sarıldığımız gibi; yüzüncüyılın ayazından korunduğumuzdaki gibi; erciyesin kudretinden beni sakındığın gibi...
evet.
ve sonunda zaman durdu.
***
ışıklar ve müzik dönüyor zihnimde. bu keşmekeş bir rüya.
biz, başka bir rüya yaratıyoruz.
***
keşke söylenmemiş olanı söyleyebilsem sana,
benden önce çok insanlar yaşamış yeryüzünde. sayamayacağım aklıma hayalime sığdıramayacağım kadar çok!
ve şimdi hepsinin isimlerini hatırlamaya çalışıyorum. olmuyor, olmayacak biliyorum. yine de beni anlasınlar istiyorum.
***
son nakaratta dışarıdayız artık.
yine de içimden geçen hep şarkı.
su akar yatağını bulur demiştik, bu su hiç durmaz diyoruz şimdi.
poh poh perisiydin sen
nemli bir banka uzandım.…
ve çimlerin şarkısında başka bir yerde uyandım.
yazdıklarımı seviyordun.
kazaklarımı giyiyordun.…
ve ellerin saçlarımda:
sevildiğimi biliyordum.
27 Nisan 2009 Pazartesi
çiy kuşu
"o öttü mü hava hoş demektir"
can yücel.
23 Nisan 2009 Perşembe
see the stone set in your eyes
My body bruised, (s)he's got me with
Nothing to win and
Nothing left to lose
And you give yourself away
With or without you
...
bugünlerde... VOL.II
19 Nisan 2009 Pazar
Hal u mesele ma niya wo
evvelim sen oldun ahirim sensin."
kardeşim türkülerdeki kadar kolaylıkla söyleyebilsem bunu diye düşünüyorum nicedir. odamı dolduruyor. sonra bir daha, bir daha ve durmamacasına. kapatmışım mor perdelerimi.
mor duvarlarım.
mor sabahlığım.
mor gözaltlarım.
mor damarlarım.
bir ağlasam mora kesecek gökyüzüm. biliyorum güneş perdelerin arkasından doğacak 3 dakikası var. bilsem de açmıyorum. ışık pek iyi gelmiyor.
dargın mıyız? diye soruyorum iç benliğime. cevap vermeye bile tenezzül etmiyor. dargınız. darıldık. sonra ben arkamı döndüm. "giiiiiiiiiitttt" diye bağırdım. o kadar çok bağırmışım ki ayak seslerini bile duymadım. birden yok olmuştu. hiç olmamış gibiydi. geçenlerde karşılaştık, ekmek almaya çıkmıştım (sadece ekmekle besleniyorum artık) parasını uzatırken gördü beni. şaşkındı. dargındık. içimden gelmedi hiç "özlediğimi" söylemek.
bildiğim bir şeyi yeniden keşfettim: yalnız başına dolaşmak. bulduğum ilk banka kuruluyorum, geleni gideni izliyorum. denize bakıyorum. deniz bana bakıyor. sonrasında gökyüzü. ikisinin birleştiği yerde olmayı diliyorum. beni kucaklayacak, sarmalayacak, özümseyecek ve sonrasın içine alacak tek nokta. ufuk demişler adına, ulaşmayı bekliyorum.
denize bakarken bakarken orta anadolunun bir dağının eteklerinde buluyorum kendimi.
bozkıra uzanmışım (bozkırına uzanmışım) birazcık uzağından yollar akıyor ortadoğuya doğru (yollarına dikmişim gözlerimi) bir bulut kümesi çevrelemiş başımı, güneşe kalkan, yağmura davetkâr (her sarılışımda ağlıyorum sana, her sıkıca sarılışımda ayrılıyorum senden).
sonra bütün o yolların eski uygarlıklara kavuşmasını bekliyorum. denizin kıyısında, deltasında kekik fesleğen yetiştirdiğimiz, toprağın altından çıkan taşların lise tarih kitaplarından daha tarih olduğu bir coğrafyada...
hava aydınlandı. düşündükçe evvelim olmaktasın. önce'me ve sonra'ma ait bütün "yaşanı"ların içine yerleştiriyorum seni, seninkiler içine de beni. komşunun düğününde topladığın gazoz kapaklarından biriyim, jane eyre'min içindeki püsküllü ayraçsın, aldığın ilk kasetin bandıyım, ezberlediğim ilk şarkının nakaratısın, yüce devletime sunacağım yaşamımın ortağısın.
bir bankta oturmuşuz gülüyoruz,
-23 yıl sonra?
-hımmm... hocam ben okulu bitirememişim
-ohhh paşam ben çalışayım sen öğrencilik yap
-hocam ayıp oluyor ama
-hıh!
-nazooo
-eeee sonra sonra?
-sonrası işte sen elinde bim poşetleriyle geliyorsun...
evet. bim poşetlerine dair hayaller kuran bir sevdiceğim var. çok da patolojik olmasa gerek, dimi dimi?
6 Nisan 2009 Pazartesi
ve insanlar
anlayışın, iyiliğin, empatinin sınırlarını zorluyorum; yine de algım bir noktada kapanıyor. neden bana bunlardan öncesinde, her şeyin en başında söz edilmiyor? onca zaman ve yaşanmışlıklar ve atlatılan krizler ve rehablitasyon çabaları beni anlatmaya yeterli olmamış mıdır? daha kaç tane krize ihtiyacımız vardır? bu devasa pisliğin içinde steril tutmaya çalıştığım yegane şeylerin de böylesine kolaylıkla kirlenmesine alışmalıyım belki de. fransızlar bu duruma "deja vu" diyor. halbuki deja vu'nun bilimsel açıklaması beynin iki lobunun çalışma hızının farklılığından kaynaklı aynı imgeyi ikinci kez algılamasına tekabül eder. benimki deja vu değil. biliyorum. gördüklerim birbirinin tekrarı ama her seferinde farklı varyasyonları. bir kadın, bir erkek, bir de ben. yazılma sürecinde dışında tutulduğum bir senaryo ve pat diye kendimi ortasında buluverdiğim bir film. pek bayat ama. üçüncü sınıf figüranlar ve çokça da klişe replikler.
deja vu ya da değil, ama ben bu filmi önceden görmüştüm.
12 Mart 2009 Perşembe
bugünlerde...
-bi'şey 40 ile başlayan derslerin takibindeyim.
-istanbul'da hava sağanak yağış, ara ara bulut ve güneşin kaçamak oynaşmalarıyla kafayı kırmış durumda. adi kadın gösterip de vermiyor.
-kiss my name diye bağırasım geliyor.
-hiç görmediğim şehirlerin hayalini kuruyorum, hafif latin tınısıyla kıpırdıyor içim
-çiçeğim günbegün yeniden yeniden açıyor. aynı gökyüzünün altında aynı coğrafyada bir eşi ölürken, bu arsız arsız gülüyor hayata.
-bir yandan da rosa diyorum hocam rosa, aşığım sana!
-saçıma başıma çaputlar bağlamaya başladım, bahar geldi demektir bu.
-dünya tiyatrolar gününe az kaldı, olay 21 yılı başarıyla(!) tamamlamaktaymış meğer.
22 Şubat 2009 Pazar
yolların başlangıcı
ortadoğu çok uzak, dönüşü olmaz diye aklından geçiriyor nazlıcan. saf tütün, kaçak çay, baharat kokusu... başka bir zamana, başka bir yolun başlangıcına erteleniyor.
başkent fikri ise can sıkıcı. ikisinin de yüzü bulutlanıyor. kişisel tarih yine karşılarında dimdik duruyor. acımasız, mağrur, talepkâr. hayır, henüz değil, bu hesaplaşma şimdi değil.
bozkır yanlarında uzanıyor. sanki hep oradalar, önlerinde onları bambaşka geleceklere taşıyacak yolların ayrımında. sonsuz bir sakinlik.
***
sanki onca mesafeyi bu zamanı paylaşmak için gelmişiz. sanki biz herkesten gizli geceyarıları buluşup, bir yol ayrımına varıyoruz. her zamanki ritüelimiz içinde "nereye gidelim nazlıcan?" diyorsun. bense sadece şarkı söylüyorum.
sesim boğuk boğuk, gözlerim birer çizgi, başımda oyalı yemenim, ağzımda tükenmekte olan sigaram. kimliksizim. senin yanında, kendimi var etmek için bilindik kavramlara ihtiyaç duymuyorum. nefes almak yeter. şarkı söylemek yeter. yanyana olmak yeter.
"bir doğa parçasının altını çiziyoruz" farkında olmadan. ben, yani nazlıcan, devamlı sigara yakıyorum, ne yapacağımı bilmediğim her an yaptığım gibi.
***
aslında "başka türlü bir şey" ikisinin de istediği. nazlıcan mırıldanırken, o da bunu düşünüyor. bir arabaya hapis sonu belli yolları tüketmek değil içlerinden gelen. gitmek olsun da, yaşadıkları ait oldukları/sahip oldukları yerlerden uzağa gitmek olsun da... o ve nazlıcan bir gitmeyi paylaşıyorlardı. kaybolmak, kaybolmayı istemek, tercih etmek, birbirlerine çaktırmadan hafiften keyiflenmek, rol icabı endişelenmek. hepsi bu gitmeye dahildi. paketin içinde bu da vardı.
güzel atlar diyarına doğru kızıl güneş peşlerine takılmıştı. solda karlar içinde tüm heybetiyle erciyes, ileride -ha yıkıldı ha yıkılacak- perilerin ayakta tuttuğu bacalar, solda uzanan bitimi olmayan bozkır. nazlıcan, yanındakine gülümsedi, bir sigara yaktı. bir nefes de ona verdi.
ilk cümleyi kim sarfedecekti? o an yaşanıyor muydu yoksa gözlerini tavana dikmiş ve sonrasında uyuya mı kalmıştı? belki de uykusunda oluyordu bütün bunlar, kaç gündür uyumuyordu, neden olmasındı? bir yandan bilinç akışı tekniğiyle çözüme uğraşmaya çalışırken, fonda çalan agire jiyana eşlik ediyordu. başı beladaydı. bu halet-i ruhiye başının belasıydı. ara ara onun ardından görünen erciyese bakıyordu. erciyes. bulutlar içinde. kızıl bulutlar, kırmızı bulutlar, turuncu bulutlar, pembe bulutlar. erciyes-erci-er...
***
ben, nazlıcan, güzel bir şey gördüğümde ortalığı telaşa veririm. yapacak bir şey yok. panik atak denemez belki ama zaman şu ruha neler getirir bilinmez. en nihayetinde genetik yatkınlık diye not düşecekler raporlarıma. nitekim bütün bunları bilinçdışımın gerilerine öteleyip çığlık çığlığa bağırıyorum arabanın içinde. "sağaaaa çeeeeeeeeeeeeeekkkk". sanırsınız ki o erciyes, soğumuş donmuş karlar içerisindeki erciyes yeniden faaliyete geçmiş. üstümüze lavlarını, alevlerini püskürtüyor. sen paniğe kapıldın tabii. polis? gbt? gözaltı? birini mi ezdik? kediyi mi çiğnedik? erciyes mi patladı?
güneş dedim ben, nazlıcan. sen ancak o zaman nefes alabildin.
***
ülkenin ortasındalar şimdi. bozkırın ortasında. coğrafya derslerinde gördüklerini şimdi canlarında hissediyorlar. kışları kurak ve soğuk. nazlıcan titriyor. ama inat bu kadın, ille de görecek güneşin yükselişini erciyesin tepelerinden. "çıtım çıkarsa namerdim" diye geçiriyor aklından. o, yanında öylece duruyor. güneşe tutulmuş, gülümsüyor, sigarasından bir nefes çekiyor, gövdesi ayaza siper. nazlıcan, onun aklındakileri tahmin etmeye çalışıyor. hemen bir beyaz bayrak görünüyor elinde. zaman, yorulmak zamanı değil, durup dinlenmek gerek.
ikisinin de göremediği bir el gizlice zihinlerine çiziyor manzarayı. biraz soğuğu ekliyor, biraz bulutu. aynısı olmasa da benzetmeye çalışıyor işte. sorsalar anlatacakları hep aynı, kızıldı buluttu soğuktu.
***
yavaştan da bir uyku bastırdı. fakat ben şunu biliyorum ki insanlar donmadan önce uykuya dalarlarmış. uyuyarak ölmek, ne kadar huzur verici. ölüyor muyum acaba? yok ama ölsem fark eder herhalde.
suphi üşüyordur şimdi, bedirhan da uyuyordur mis gibi yorganına sarılmış. sahi ya biz napıyoruz burada?
her şeyin en başında.
üç kişiyiz. bu sefer ben, nazlıcan anlatacak hikayeyi. biz üç kişiyiz, aslında dört kişiyiz. suphi çok sarhoş. hikayenin orijinalinden farklı olarak ayağındaki çiçekli parmakarası terliklere tuhaf otelin tuhaf koridorlarında dolanıyor. doğru kapı numarasını bulmaya çalışıyor. 301, 302, 307, 318. önünde durduğu kapı, bir sonraki gece de çalacağı kapı,ve daha sonra ve şehrine döndüğünde de...
***
biz şimdi üç kişiyiz. yatacak iki tane yatağımız var. ben ortada yatmam diye tutturdum. yatmam ama, post-modern nazlıcanım ben, arzularım taleplerim var en nihayetinde. bedirhan aldırmadı duruma, üstüne yorganı çekti. biraz sonra soluğunun ritmi bütün odayı dolduracaktı. ortaya ben yatamazdım, nazlıcan kurallarım vardı. geriye bir tek sen kalmıştın.
itiraz etmedin buna. sessizce kıvrıldın yatağa. ben de yanına kıvrıldım. iyi gecelerin olsundu, iyi gecelerimiz olsundu beraber. en son cümlem buydu dün uykuya dalmadan önce. gözlerini kapadın. sırtımı döndüm sana. ve uyku, en güzel haliyle çağırmıştı seni. nefesin duyulmuyordu pek, ikimiz de bedirhanı dinliyorduk gizliden. kendi etrafımda döndüm birkaç tur. duvar, su bardağı, kalorifer peteği, tavan, yorgan, sen, yastık, duvar, su bardağı, kalorifer peteği...
sıra sana geldiğinde sabitlendi gözlerim. öylece bakıyordum. alkol, yeryüzünün en ayaz yerinde uyumaya çalışan üç bedeni ısıtmaya çabalıyordu. yorgana müdana etmememiz bundandı. şarap, en karakterli içkiydi. bordoydu, sıcaktı, mayhoştu, davetkârdı. uzanıp bir yudum su aldım. yeniden yüzümü sana döndüm, gözlerini açtın, gözlerine baktım.
karanlık. artık o kadar karanlık değildi. uykusuzluk, uyuyamamak, kafamda dönenler. beynimdeki sinir hücrelerinin arasından geçen elektriği hissedebiliyorum. pıt pıt pıt pıt pıt... akım giderek hızlanıyor. pıt; "Merhaba", pıt; "Şarap alsak ya", pıt; "Al senin olsun", pıt; "Tamam ben ortada yatarım".
***
gözlerim dahil, yüzüm kalp atışlarım beynim dahil, dudaklarım mimiklerim nefesim dahil, bana ait hiçbir şeyimi kontrol edemiyordum. halbuki, söz vermiştim kendime. kadın olmanın gerekliliklerini yerine getirecektim. oysa ben yine insan olmayı tercih etmiştim.
***
gülümseme. gülümse-me! gülümseme, çünkü ben kendi kendimi boğmaya çalışırken karşıma çıkıp bana dünyayı hissettirme.
gülümseme çünkü vazgeçmeyi en akılcı çözüm olarak kabul etmişken, umut etmem gerektiğini hatırlatma bana.
-bütün umutları tüketmeye çalışıyorum ben. bütün hayalleri, bütün sevinçleri, bütün manzaraları.
gülümseme. hele öyle içten, sahtelikten uzak, hele bu kadar canıma eklemlenirken yüzün.
gülümseme.
***
bedirhan uyuyor. suphi kayıp. nazlıcan ve sen sessizliğin içinde kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı, kimsenin tahmin edemeyeceği bir yanyanalık yaratıyorsunuz.
belki de tutup sıfırdan başlıyorsunuz.
16 Ocak 2009 Cuma
babilin asma bahçesi
-could you cantar para mi?
-screw youuu
-no, i'm serious
-we are sociologists, just analyze the life
-soçyolohi?
-yeah in short, we are social people
-ukalalık yapma
-ay ne var?
-salud!
kanarya adaları. çok uzak değil sanırım. aynı tanrının kanından geliyoruz ne de olsa; aynı oidipal komplekslere sahibiz. sahi paella yapabilir misin?
-mama, she is the master of it!
-benim annem peygamberdir bi' kere.
-annem, candır.
kesinlikle uranos'un çocuklarıyız.
çağırın onu bana gelsin, diyecek iki çift lafım var. kadınlarımın* hesabını sormam gerek!
*los mujeres en la border de ataque de nerviosa.
ahhh, it's my fuckin' favourite!
kalk gidelim.
mi casa es tu casa.
dünyanın bir başka ucundaki hiç tanımadığınız birine ulaşmak için aranızda duran doğru 4 insanı bulmanız gerek.
zorlar mı? bence hayır. yani artık hayır.
babilin asma bahçesini gözlerimle gördüm ben.
i think süpeerr is more super than super.
nereliydin sen?
athens.
anlıyorum.
turkey, is an alternative way of living .